Jean Jacques Rousseau - Toplum Sözleşmesi

Anayasa, yasa, kanun ve yönetmenlik gibi kelimeler, günlük yaşamımızda çok duyduğumuz, sık kullandığımız ve modern toplumun olmazsa olmazları arasında yer alan kavramlardır. Bütün bu yasalar ve kanunlar ilk başta nasıl ortaya çıktı, bunun temelleri nelerdir? Günümüzde yasa ve kanunlar bazen korkulan, bazen de insanın hak ve özgürlüklerini sınırlayan kavramlar olarak görülmektedir. Peki, yasa ve kanunlarla yönetilen toplum düzeni nasıl otaya çıktı? En başta yasalarla yönetilen ve insanların bir araya geldiği toplumların ana amacı neydi?

İşte Cenevreli yazar ve filozof, siyasi fikirleri Fransız Devrimi’ni etkileyen Jean Jacques Rousseau, bu kitabında bu temellere iniyor. İnsanların bir araya gelerek yaşamaya başlamasıyla oluşturulan en temel “toplum sözleşmesi” ile başlayarak devamında yasayı, yasacıyı, halkın egemen varlığı ele alarak, sonunda da farklı yönetim biçimlerini inceliyor.

Eserin çevirmeni kitabın girişinde özetle şu bilgiyi veriyor okura: “Toplum Sözleşmesi, haklı ve doğru bir toplumun temellerini atmaya çalışıyor. İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Doğuşu ve Temelleri Üstüne Konuşma adlı yapıtında Rousseau, insanların doğal yaşama halindeki ilk özgürlüklerinin özlemini çekmektedir. Ona göre, doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittirler, toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların başlıcası mal mülk tutkusundan doğmuştur. Ayrıca, bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri çıkmıştır ortaya. Kısaca, insanın yaradılışı ile toplum içindeki koşullar arasında derin bir karşıtlık doğmuştur.” (Vedat Günyol, Çevirenin Birkaç Sözü, s. vi)

JEAN JACQUES ROUSSEAU - TOPLUM SÖZLEŞMESİ


Jean Jacques Rousseau, kitabın girişinde niye bu eseri yazdığını şöyle açıklıyor: “Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım.” (s. 3)

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” (s. 4) der ve bu durumun nasıl oluştuğunun cevabını vermeye başlar. Çünkü Rousseau’nun (1712 - 1778) yaşadığı dönemde dünyanın büyük bölümü monarşiyle yönetiliyordu. Bu da şu anlama geliyor; Ona göre halk karşılığında hiçbir şey almadan kralı besliyor. Bunu kitabın ilerleyen sayfalarında okuyoruz. Yani bir kral, çok geniş topraklara yayılmış bir toplumu tek başına yönetiyor. Ancak ilk toplumların kurulmasının temeline inen Rousseau, en başta insanların bir araya gelmesinin temel amacının bu olmadığını gösterir.

Politik toplumun ilk örneği ya da politik toplumun en küçük birimini şöyle anlatıyor: “Onun için, aileye politik toplumların ilk örneği diyebiliriz: Bu toplumlarda baş bir baba, halk da çocuklar gibidir; hepsi de eşit ve özgür doğdukları için, özgürlüklerinden ancak çıkarları uğrunda vazgeçerler. Aradaki bütün ayrılık şudur: Ailede babanın çocuklarına olan sevgisi onlara gösterdiği özeni karşılar; devletteyse, devlet başkanının kendi halkına beslemediği bu sevginin yerini hükmetmek zevki alır.” (s. 5)

Tabii bir kralın “özgür” yurttaşları boyunduruğu altına almasından daha da kötüsü insanların bir kısmının köle olması da vardır. Rousseau özellikle kölelik kavramının üzerinde çok duruyor. Rousseau, toplumları oluşturan temel sözleşmelerden bahsederken bir yandan da kölelik kavramı, köleliği savunanların argümanlarına da değiniyor. En başta köleliğin bir “sözleşme” olarak nasıl saçma bir temellere oturtulduğunu anlatıyor ve bunu savunanların tezlerini de çürüterek, eleştiriyor. Kısaca köleliği ve efendi ile köle arasındaki ilişkinin bir sözleşme olarak nasıl anlamsız olduğunu şöyle özetliyor: “Seninle öyle bir sözleşme yapacağım ki, hep benim iyiliğime ve senin zararına olacak; keyfim istediği sürece ben uyacağım, yine keyfim istediği sürece sen uyacaksın ona.” (s. 12)

Özetle “insan sadece sözleşmeye boyun eyer, güce değil” diyen Rousseau, “Öyleyse kabul edelim ki, güç hak yaratmaz ve insan ancak haklı güce boyun eğmelidir. Böylece ilk soruma dönmüş oluyorum yine. Madem hiçbir insanın, benzeri üstünde doğal bir yetkisi yoktur ve madem kaba güç bir hak yaratmaz, öyleyse insanlar arasında her çeşit haklı yetkenin temeli olarak, kala kala yalnız sözleşmeler kalıyor.” (s. 7)

Rousseau’ya göre bir sözleşme yaparak bir insan kendi doğal haklarının bazılarından vazgeçiyor. Ancak bir toplumun parçası olmakla da kaybettiğinden çok daha fazlasını kazanıyor. Mesela, toplumda diğer yurttaşlarla eşit haklar kazanıyor. Ayrıca bir toplum sözleşmesi altına girmenin ana amaçlarından olan bir birliğin parçası olarak da kendi hak ve özgürlükleri ile canı ve malını güvence altına almış oluyor. Yani insan her ne kadar en başta bazı doğal haklarını kaybetmiş görünse de çok daha fazlasını elde etmiş olur.

Bu arada Rousseau farklı kişilerin görüşlerine de yer vererek bir kısmının da yanlış fikir yürütmelerini ortaya koymaya çalışıyor.

“Grotius diyor ki: “Bir insan özgürlüğünden vazgeçip bir efendinin kölesi olabiliyor da, neden bütün bir ulus kendi özgürlüğünü aktarıp bir kralın buyruğuna giremesin.” Burada açıklanması gereken ikircil anlamlı sözler var. Ama biz, aktarma sözü üstünde duralım. Aktarmak, vermek ya da satmak demektir. İmdi, bir başkasının kölesi olan adam kendini vermiyor, çok çok geçimini sağlamak için satıyordur. Ama bir ulus niçin satar kendini? Bir kral uyruklarının geçimini sağlamak şöyle dursun, kendi geçimini onlardan çıkarır asıl. Rabelais’ye göre de, kral az buz şeyle yaşayamaz. Öyleyse uyruklar, mallan birlikte alınmak koşuluyla kendilerini mi veriyorlar dersiniz? O zaman kendilerine ne kalıyor, anlamıyorum.” (s. 8)

Tabii bir de toplumu, toplumun genel istemi dışından yöneticinin özel istekleri doğrultusunda yönetenler de vardır. Bunlara bazen kötü krallar, yönetimi zorla ve yasal olmayan yoldan ele geçirmişse tiranlar, kendini yasaların üstünde görerek her istediğini yapanlara da despot diyor Rousseau.  Bunları da şöyle özetliyor:

“Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla, bir toplumu yönetmek arasında her zaman bir ayrım olacaktır. Dağınık yaşayan insanların sayıları ne olursa olsun, birbiri ardınca bir kişinin buyruğu altına girdikleri zaman, bence artık ortada bir ulusla başkanı değil, bir efendi ile köleleri vardır. Bu belki bir topluluktur, ama hiçbir zaman toplum sayılamaz. Çünkü burada ne kamusal bir yarar vardır, ne de politik bir bütün. Bu adam dünyanın yarısını boyunduruğu altına alsa bile, yine de kişi olmaktan çıkamaz; öbürlerinin çıkarından ayrı olan çıkarı her zaman için özel bir çıkardır. Bu adam ölüverirse, hükümeti kendinden sonra dağılıp gider, tıpkı yanıp kül olan bir meşe ağacı gibi.” (s. 12)

İnsanlar yapıları gereği bir topumda yaşamak ihtiyacı duyarlar. Ancak dünya üzerinde hiçbir zaman ideal bir düzen, ya da Thomas More’un anlattığı gibi ütopik bir devlet yoktur. Rousseau da zaten bunu kabul ediyor. Ancak buna rağmen bu ideal düzen, ütopya toplumun nasıl olması gerektiğini de anlatmaktan kendini alamıyor.

İşte Rousseau’nun bu kitabının ana sorunsalı da budur: “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun.” İşte, toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur.” (s. 14)

Toplum halinin kazandırdığı: “Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, insanda çok önemli bir değişiklik yapar: Davranışındaki içgüdünün yerine adaleti koyar, daha önce yoksun olduğu değer ölçüsünü verir ona. Ancak, ödevin sesi içtepilerin, hak da isteklerin yerini alınca, o güne kadar yalnız kendini düşünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvurmak zorunda kalır. İnsan bu durumda doğadan sağladığı birçok üstünlüğü yitirirse de, öylesine büyük yararlar elde eder, yetileri öylesine işleyip gelişir, düşünceleri açılır, duyguları soylulaşır, baştan başa ruhu öylesine yükselir ki, yeni durumun yarattığı kötülükler onu çoğu kez toplum öncesi durumdan da aşağı derekeye düşürmeseydi, kendini bu durumdan bütün bütün çekip kurtaran anı durmadan kutlaması gerekirdi: O anı ki, kendini akılsız ve gelişmemiş bir hayvan durumundan çıkarıp akıllı bir varlık, bir insan haline sokmuştur.” (s. 18)

GENEL İSTEM VE ÖZEL ÇIKARLAR

İlk toplumların kurulmasından hemen sonra her zaman toplumun genel istemi, genel çıkarı değil de ayrı ayrı kişilerin özel istekleri, çıkarları da ortaya çıkmıştır. Bu da bazı insanların, kesimlerin yasaları kendi istek ve çıkarları doğrultusunda değiştirmek ve yönlendirmek isteğini de beraberinde getirmiştir. Bu bazen zenginlik sahibi birinin diğer yurttaşların oyunu parayla satın alması ya da çıkarı aynı olan kişilerin birlik yapması ile de yaşanabilir. Bu zaman da o toplumda yapılan şeyler genel istemi ve çıkarı değil, bir kişi ya da grubun çıkarını yansıtır.

Rousseau da bir toplumda genel istemin kendini dile getirebilmesi için toplumda gruplaşmaların olmaması gerektiği, her yurttaşın kendi görüşünü dile getirebilmesi gerektiğini söyler. Tabii bu daha çok küçük ve demokrasi ile yönetilen toplumlar için söylenen ve uygulanabilen bir durumdur. Rousseau da bunu şöyle dile getirir:

“Genel istemin kendini iyice dile getirebilmesi için, devlet gücünde ayrı ayrı birleşmeler olmamalı ve her yurttaş kendi görüşüne göre kanısını söylemelidir. İşte, büyük Lykurgos’un koyduğu tek ve yüce sistem bu olmuştur. Parça parça birleşmeler varsa, yapılacak şey tıpkı Solon, Numa ve Servius gibi, bunların sayılarını artırmak ve eşitsizliklerin önünü almaktır. Bu önlemler, genel istemin her zaman aydınlanması ve halkın aldanmaması için gerekli olan biricik iyi önlemlerdir.” (s. 27-28)

YASACI

Rousseau, temel toplum sözleşmelerine yer verdikten sonra bu sever yasaların nasıl yapılması gerektiğine değinir. Yasayı kimlerin yapması gerektiği, yasacının özellikleri ve diğer toplum yapılarıyla (mesela yönetim) etkileşiminin nasıl olması gerektiğini anlatır.

“Büyük bir krala binde bir rastlandığı doğruysa, büyük bir yasacıya ne kadar az rastlanılacağım varın kıyaslayın!” (s. 37) diyen Rousseau, bu işin ne kadar önemli ve zor olduğunu da vurgular. Hatta yasacıyı, “Yasacı, devlet düzeni içinde her bakımdan olağanüstü bir insandır. Üstün zekâsıyla olduğu kadar, görevi dolayısıyla da öyle olması gerekir.” (s. 38) şeklinde tanımlar. Tabii böyle bir tanımda sonra herkes yaşadığı toplumdaki yasacılara göz atarsa ülkedeki sorunların temel sebebini bulmuş olur.

Yasama ile ilgili bir örneği de Sparta’dan verir: “Lykurgos yurdu için birtakım yasalar koyarken, önce krallıktan çekildi. Eski Yunan sitelerinde yasaları yabancılara yaptırırlardı öteden beri. Bugün İtalya’daki cumhuriyetler çoğu kez bu yolu tuttular. Cenevre cumhuriyeti de öyle yaptı ve bunun yararını gördü. Roma, en parlak günlerinde zorbalığın bütün kötülüklerinin hortladığını gördü ve yasama yetkisiyle egemen gücü aynı kimselerde topladığı için de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.” (s. 38-39)

Rousseau’nun övdüğü bazı yasa koyucular da şöyle: “Hâlâ yaşayan Musa yasası, bin yıldan beri dünyanın yarısını yöneten Muhammet yasası, bunları yapanların büyük adamlar olduğunu bugün bile gösteriyor bize. Kendini beğenmiş felsefe ya da particilik ruhu bunlara mutlu birer düzmeci gözüyle bakadursun, gerçek politika, onların yapıtlarında o uzun ömürlü kurumlara önderlik eden büyük ve güçlü zekaya hayran kalmaktadır.” (s. 41)

YÖNETİM/HÜKÜMET

Yasa koyuculardan sonra Rousseau hükümetler ve yönetim biçimlerini ele alır ve şu benzetmeyle işe başlar: “Bir kötürüm koşmak istese, çevik bir adam da istemese, ikisi de oldukları yerde kalırlar. Politik bütünde de aynı etkenler vardır: Güç ile istem onda da birbirinden ayrılır. İsteme yasama gücü, güce de yürütme gücü denir. Bunların ikisi birleşmedikçe politik bütünde hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır da.” (s. 53)

“Öyleyse kamu gücüne özgü öyle bir etken gerekir ki, onu birleştirebilsin, genel istemin çeşitli yönlerine göre kullansın ve devletle egemen varlık arasında ilişki kurabilsin. Öyle bir etken ki, ruhla beden birleşmesinin insanda yaptığını kamusal varlıkta yapsın. İşte, devlet içinde hükümetin varlığının temeli budur. Hükümet, yersiz olarak, egemen varlıkla karıştırılır. Oysa hükümet, egemen varlığın sadece bir aracıdır. Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür.” (s. 54)

İyi yönetilen bir devlette hükümetin gücü ile yurttaşların gücünün eşit olması gerekiyor. Yoksa birinin diğerinden fazla ve hatta çok fazla güçlü olduğu devletlerde çarpık durumlar oluşuyor.

“Hükümet, egemen varlıktan aldığı buyrukları halka geçirir. Devletin tam bir dengeye varması, hükümetin toplam gücü ile yurttaşların, (yani hem egemen varlık, hem de uyruk olan yurttaşların) toptan güçleri arasında -her şey hesaba katılmak koşuluyla- eşitlik olmasına bağlıdır.” (s. 55)

HÜKÜMET ÇEŞİTLERİ

1. Demokrasi: “Önce, egemen varlık yönetim görevini bütün halka ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakabilir: Öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını aşar. Bu çeşit yönetime demokrasi denir.”
2. Aristokrasi: “Ya da egemen varlık, yönetim işini bir azınlığın eline bırakır. Öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olur. Bu türlü yönetime de aristokrasi adı verilir.”
3. Monarşi: “Son olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. Bütün öbür görevliler yetkilerini ondan alırlar. Bu üçüncü biçim en yaygın yönetim biçimidir. Bunun adına da monarşi ya da krallık yönetimi denir.” (s. 61)

“Ayrı ayrı devletlerde yüksek görevliler sayısının yurttaş sayısıyla ters orantıda olması gerekiyorsa, bundan şu sonuç çıkar: Demokrasi yönetimi genel olarak küçük devletlere; aristokrasi yönetimi orta devletlere; monarşi yönetimi de büyük devletlere elverişli gelmektedir. Bu kural doğrudan doğruya ilkeden çıkmaktadır. Ama kural dışında kalabilecek bir sürü durumu nasıl sayıp dökelim?” (s. 62)

“Şunu da ekleyelim ki, hiçbir yönetim demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir. Çünkü demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye alabildiğine kayan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur.” (s. 64)

“İlk toplumlar kendilerini aristokrasi yolundan yönettiler. Aile başkanları herkesi ilgilendiren işleri kendi aralarında karara bağlarlardı. Gençler görgünün sözüne ses çıkarmaz, boyun eğerlerdi sadece. Papazlar, eskiler, senato, geronte’lar gibi adlar buradan geliyor. Kuzey Amerika yabanılları bugün bile kendilerini böyle yönetiyor, hem de çok iyi yönetiyorlar.” (s. 65)

Yönetimlerin hem olumlu hem de sakıncalı yönlerini sıralıyor Rousseau. Mesela seçim olan yönetim ve monarşide yeni yönetimin başa gelmesi konusunda.

“Bir tek adamın yönettiği hükümetin en ağır basan sakıncası, devlet gücünün durmadan el değiştirmesidir; oysa bu, öbür iki yönetim biçiminde arasız bir bağlantı kurar. Bir kral öldü mü, yerine bir başkasının geçmesi gerekir; seçimler tehlikeli aralıklara yol açar, aralıklarsa fırtınalı geçer. Yurttaşlar, bu yönetimde pek bulunmayan çıkarsızlık ve dürüstlükten yoksunsalar, işin içine entrikalar, baştan çıkarmalar karışır.” (s. 70)

“Özgür devletlerde her şey ortak yarara harcanır. Monarşi ile yönetilen devletlerdeyse, kamu gücü ile kişilerin gücü birbirini karşılıklı olarak etkiler; birinin güçsüzlüğü, öbürünün gücünü artırır. Zorbalık yönetimi ise, uyrukları mutlu etmek amacıyla yönetecek yerde, yönetmek amacıyla yoksul duruma sokar onları.” (s. 75)

TİRAN VE DESPOT: İKİSİNİN FARKI

Hükümetler iyi veya kötü olabilirler. Ancak kötü hükümetten daha da kötüsü tiran ya da despottur. Bu ikisinin farkını Rousseau şöyle açıklıyor:

“Tiran, halk dilinde, hakka ve yasalara aldırış etmeksizin zorbaca yöneten bir krala denir. Açık ve kesin anlamındaysa, tiran haksız olarak krallık gücünü eline geçiren bir kişidir. Yunanlılar bu sözcüğü bu son anlamda alırlardı: İyi kötü ayrımı yapmadan, güçleri hakka dayanmayan bütün hükümdarlara tiran derlerdi. Demek oluyor ki, tyran ve usurpateur (gasıp) aynı anlama gelen iki sözcüktür. Aynı şeylere aynı adı vermek gerekirse, krallık gücünü zorla ele geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendine mal edene de despot diyeceğim. Tiran, yasalara göre yönetme hakkını yasalara aykırı olarak kendine mal eden kimsedir. Despot ise, kendini yasaların üstüne çıkaran kişidir. Demek ki, tiran despot olabilir; despot ise her zaman tirandır.” (s. 83-84)

Günümüzde dünyanın neredeyse tamamında temsili demokrasi uygulanıyor. Yani halk temsilciler seçiyor ve bu temsilciler, milletvekilleri egemenlik hakkını onların yerine kullanırlar. Rousseau ise temsil edilmenin tam aleyhinde görüş bildiriyor. Hatta ona göre egemenlik hakkı temsil edilemez:

“Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa, yine aynı nedenlerden temsil de edilemez. Egemenlik başlıca genel isteme dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir, ya değildir. İkisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. Kısa süren özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak eder.” (s. 90)

DİKTATÖRLÜK

Diktatörlük nedir diye sorarsak, herkes bir ağızdan kötü bir şey olduğunu söyler. Ancak “diktatör” kavramı Roma’da uygulandığında farklı anlamda kullanılıyor ve uygulanıyordu. Tabii günümüz ile tek farkı, sadece gerekli olan dönemlerde ve çok kısa süreliğine olmasıdır.

Özetle diktatörlük meğerse iyi bir şeymiş, ama tek şartla; kısa süreliğine uygulandığında ve gerçekten gerekli olduğunda. Rousseau şöyle anlatıyor:

“Bununla birlikte, bu önemli görev ne türlü verilirse verilsin, bunun süresini çok kısa tutmak ve hiçbir zaman uzatılmamasını sağlamak çok önemlidir. Diktatörlüğü gerektiren bunalımlı günlerde, devlet çok geçmeden ya kurtulur ya da yok olup gider; sıkışık durum ortadan kalktı mı, diktatörlük ya zorbalığa kaçar ya da etkisiz kalır. Roma’da diktatörler yalnız altı ay için seçildikleri halde, çoğu bu süreden önce görevlerinden ayrılmışlardır. Bu süre daha uzun olsaydı, belki de onu uzatmaya özenirlerdi, bir yıllık sürelerini uzatan decemvir’ler gibi. Diktatör, seçimini gerekli kılan gereksinmeyi karşılamaya ancak vakit bulurdu: Başka şeyler düşünmeye pek zamanı yetmezdi.” (s. 122)

TOPLUM VE DİN

Bir de toplumlarda din konusu var. Toplumlara bir yandan insanların belirlediği yasalar varken, diğer yandan da dinin getirdiği yasalar var. Rousseau, ilk başlarda dinin toplumlarda politik bir bütün oluşturduğunu söyler. Daha sonra din ve politik yönetim ayrılırken, bu ayrılıktan hiçbir zaman bitmeyecek çatışma doğmuştur. İngiltere’de Kral’ın kendisini kilisenin başı ilan edip Vatikan’dan ayrılarak kendi kilisesini kurmasını hatırlayın. Rousseau da örnek olarak “Başka yerde olduğu gibi, İngiltere ve Rusya’da da iki güç, iki egemen varlık vardır.” (s. 128) diyor.

Diğer yandan ise Rousseau din ile devletin bir bütün olduğu dönemlere atıf yapıyor ve özellikle İslam’ın ilk yıllarını örnek veriyor:

“Bununla birlikte, her zaman ortada bir hükümdar ve toplum yasaları bulunduğu için, bu iki güçten, yargılama bakımından, sonsuz bir anlaşmazlık doğdu ve bu Hıristiyan devletlerde her türlü iyi politika olanağını ortadan kaldırdı; öyle ki, artık kimse krala mı, yoksa papaya mı boyun eğeceğini kestiremez oldu. Ama birçok ulus, hatta Avrupa’dakiler ve Avrupa çevresindekiler eski düzeni elde tutmak ya da yeniden kurmak istedilerse de bunu başaramadılar; Hıristiyanlık ruhu her şeyi sardı. Kutsal töre hep egemen varlıktan bağımsız kalmış ya da yeniden bağımsız olmuş bir devletle hiçbir zorunlu ilişki kurmamıştır. Muhammet’in pek sağlam görüşleri vardı; politik sistemini iyi temellere oturttu ve kurduğu hükümet kendinden sonraki halifeler zamanında biçimini sürdürdüğü sürece tam bir birlik içinde kaldı, onun için de iyi bir hükümet oldu. Ama Araplar gelişip edebiyat sever, uygar, yumuşak ve gevşek insanlar oluverince, barbarlar boyunduruk altına aldı onları: O zaman iki güç arasında parçalanma yeniden baş gösterdi. Hıristiyanlardaki kadar göze batmamakla birlikte, Müslümanlar arasında, özellikle Şiilerde vardı bu anlaşmazlık; hele İran gibi devletlerdeyse kendini duyurmaktan geri kalmıyor.” (s. 127-128)

DİKKATİMİ ÇEKEN KISIMLAR VE ALINTILAR

Gerçek özgürlük, hem birey hem de toplum için: “Salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmekse özgürlüktür.” (s. 19)

Bu sözleri eleştirdiği iki yazarla ilgili söylüyor; Grotius ve Barbeyrac. Kitaplarında bilerek “farklı” söyledikleri şeyler için bunları söylüyor. Yani politik düzenle ilgili gerçekleri söylemek yerine, kralın hoşuna gidecek şeyleri kitaplarında yazdıklarına değiniyor: “Ne var ki, o zaman gerçeği bütün açıklığıyla söylemiş olmak insana bir şey kazandırmaz, halk da insana ne elçilik bağışlar, ne profesörlük verir, ne de maaş bağlar.” (s. 26)

Saray bir şeyin yıkıntılarında yükselir: “Memleket topraklarına eşit sayıda insan yerleştirin, her yere aynı hakları verin, bolluk ve hayat sağlayın: Böylece devlet hem olabildiğince güçlü olur, hem daha iyi yönetilir. Unutmayın ki, kentlerin surları köy evlerinin yıkıntılarıyla yapılır. Başkentte yükselen her sarayı gördükçe, bütün bir ülkenin yıkıntıya çevrildiğini görüyormuşum gibi gelir bana.” (s. 88)

Jean Jacques Rousseau
Toplum Sözleşmesi
Özgün adı: Du Contrat Social
Çev: Vedat Günyol
10. Basım
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İstanbul
2013
136 sayfa.

Next Post Previous Post
No Comment
Add Comment
comment url

Benzer yayınlar